Sorunların ardından çözümlere odaklanılan bir yaşam, bana kalırsa çok daha mutlulukla dolu bir yaşam olacağı kanaatindeyim. Yaşamımda hep böyle oldum. İnsanların her zaman sorunlarını dile getirdiğini ama çözüm önerilerinde ve bu çözümlerin birlikte çözümlerinde neredeyse tamamen sessiz kaldıklarını gördüm. Aslında yapmamız gereken, sorunların tarifi ve sonrasında bu sorunların çözümleri üzerine olmalı diye düşünüyorum. Ben de tam bu amaçla özellikle yaşadığımız iklim krizinde ve Türkiye’nin refahının sağlanmasındaki “sorunların çözümleri” konusunda biraz olsun bir şeyler söylemek istiyorum.
Türkiye’de Tarımın Geleceği Hakkında
Türkiye bolca toprağı olan, tarım konusunda geçmişten gelen yetkinlikleri olan bir ülke. Türkiye’de parçalı yapılardan dolayı kullanılmayan tarım arazisi, Türkiye’nin tarım arazilerinin %10’unu, devletin hazine arazileri de, ekilebilir tarım arazilerinin %15’i gibi bir oranı kaplamaktadır. Bunun haricinde, satın alınmış ama üzerinde tarım yapılmayan atıl arazi durumu 10 milyon hektar gibi çok büyük bir orandır. Bu da aslında Türkiye tarımının %25’i gibi büyük bir miktara denk gelmektedir. Özetle, Türkiye elindeki ekilebilir toprak varlığını iyi değerlendirememekte ve bu da aslında hem istihdam, hem gıda, hem de gelecek adına sağlık problemlerine yol açmaktadır.
Türkiye’nin bu denli kullanılmayan toprağı olmasına ek olarak, iklim krizinin var olan hava sıcaklık ortalamasını yükseltmesinden dolayı, özellikle Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölgesi’nde kullanılamayan, yoğun kış ikliminden dolayı bu zamana kadar hiç ekilememiş bir o kadar daha yeni tarım arazisi ülkenin toprak varlığına süratle eklenecektir. Doğu Anadolu var olan buzulların zaman içerisinde erimesi, bu verimli arazilerin su ihtiyacını belli bir zaman diliminde karşılayabilecek potansiyeldedir.
Bu kadar hiç kullanılmayan topraklarımız olmasına karşın bir Türkiye gerçeğinden daha bahsetmek istiyorum. Türkiye’nin hali hazırda var olan ve tarımsal amaçla kullanılan topraklarının %90’ından fazlasının organik içeriği %1’in altındadır. Organik içeriğin az olması, aslında bitkilerin bu topraklarda daha zor yetişebildiğini, daha zor zararlılarla mücadele edebildiğini de göstermektedir. Durum böyle olunca da çok fazla gübre kullanımı ve yoğun pestisit kullanımı söz konusu olmaktadır. Bu iki zorunlu kullanımdan da, Türkiye ürünlerin hem ihracat sorunu ile karşı karşıya kalmakta, hem de toprakların verimsizliği gün geçtikçe artmaktadır.
Tüm bu veriler ışığında, aslında ülkemizde “Toprağın Zenginleştirilmesi” adına bir çok faaliyet yürütülmeli. Biyoteknolojik yollarla, faydalı bakterileri de içeren çok kıymetli ve yenilikçi kompost üretimi bunlardan biri. Bunun haricinde, mutlaka kullanılan kimyasallardan yorulmuş, tükenmiş toprağı “rejeneratif tarım” yöntemleri ile yeniden hayata kazandırmamız gerekiyor.
Tarımda sadece tek bir sebze/meyve/tıbbiaromatik/tahılın değil, karma şekilde ekim yöntemlerinin geliştirilmesi, yani aslında “permakültür” dediğimiz bir uygulamanın hayata süratle geçirilmesi gerekiyor. Permakültür uygulamaları özellikle bizlere böceklerle ve enfeksiyonlarla mücadelenin ne kadar kolay olabileceğini çok rahat bir şekilde gösterecek. Geçmişten günümüze bu konuda binlerce uygulama var.
Tarımda mutlaka ama mutlaka blok zincir uygulamalarının kullanılması ve tarım ürünlerinin bu sayede hem üretimden tüketime izlenebilirliğini, hem de fiyatını dijital sistemler üzerinden kontrol edebilecek bir yapının kurulması gerekiyor. Bu sisteme Dünya çoktan geçmiş durumda. Bizlerin de ülke olarak blok zincir teknolojileri ile bir “dijital tarım ağı” kurmamız gerekiyor.
Tarımda ürünün tarlada kaybının engellenmesi için özellikle biyoteknolojik uygulamaların inanılmaz yaygın bir şekilde geliştirilmesi gerekiyor. Örneğin, sentetik kimyasallar içeren pestisitler yerine biyopestisitlerin geliştirilmesi ve biyopestisitlerle zorunlu kalınan yerlerde müdahalenin gerçekleşmesi hepimiz için elzem. Bunlara ek olarak böcek feromonları gibi, doğal böcek yakalayacı sistemler ya da yönlendiricileri de kullanmak gerekiyor. Aslında tam olarak söylemek istediğim, tarımda doğrudan tüm doğal metotları, biyoteknolojinin yardımıyla güncellemek ve en etkili şekilde bunu kullanmamız gerekiyor.
Türkiye’de Gıdanın Geleceği Hakkında
Türkiye’de gıda konusu, tamamen stratejik bir konudur. Yeri geldiğinde savunma sanayinden bile stratejik bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’de gıdanın dönüşümü için çok hızlı hareket etmemiz gerekiyor.
İsrafın önlenmesi adına, özellikle marketlerden ya da pazarda “kilo ile alma” yerine tane ile ya da minik porsiyonlar şeklinde ve bununla birlikte “karma” şekilde meyve-sebze alışverişlerimizi yapabileceğimiz yenilikçi uygulamaların geliştirilmesi gerekiyor.
Tükettiğimiz tüm ama tüm unlu mamüllü ürünlerde protein oranı %9’lardan ortalama %18’lere çıkarılması gerekiyor. Bu ekmekler için de geçerli, bu kek, poğaça, simit, açma, makarna gibi toplumumuzun yoğun bir şekilde tükettiği gıdaların protein oranları için de geçerli bir uygulama olmalı. Bitkisel proteince zenginleştirilmiş gıdalar, toplum olarak bizleri geleceğe çok hızlı taşıyacaklarına inancım her zaman tam. Bitkisel proteince zenginleştirilen gıdalar, toplumda bağışıklığın güçlenmesini sağlayacak, enerjisizliğin azaltılmasında, kreatif zekanın arttırılmasında çok büyük katkılar sunacaktır.
Gıdalarda mutlaka ama mutlaka antioksidan kapasitelerin ölçümlemesi yapılmalı ve antioksidan kapasiteler, doğallık (katkısızlık) ve protein içeriği yönünden gıdaların A-B-C-D-E tarzında sınıflandırılması yeniden getirilmeli. Üreticilere “sağlıklı gıdanın” üretilmesi yönünde bilgilendirmeler yapılmalı. Ve raflarda gıdaların üzerinde mutlaka “sağlıkla ilgili bir ibarenin” de bulunması sağlanmalı.
Tüm Avrupa’da olduğu gibi bir “Yeni Gıda” Uygulama Yönetmeliği çıkarılmalı ve bu yeni gıda yönetmeliği, yenilikçi tüm gıdaların eksizsiz bir şekilde önünü açmalı. Çok uç bir örnek vermek istersem, bu ülkede bir girişimci “toz zeytinyağı” ürettiyse, bunu saşelerde ve üzerine “toz zeytinyağı” yazarak satabilmeli.
Gıdaların özellikle standardize bitkisel ekstraktlarla zenginleştirilmesi ve böylece “bir sağlık faydası” olan gıdaların geliştirilmesinin önü açılmalı. Olası sağlık faydası gıdanın üzerine açıkça yazılabilmeli. Böylece aslında insanların gıdalarla-sağlık faydası konusunu daha da net bir şekilde aklında pekiştirmeli.
Türkiye’de Biyoteknoloji’nin Geleceği Hakkında
Türkiye’nin yeni dünyadaki gelecek hedeflerinin başında “biyoteknoloji alanında Dünya’da 1. sırada olmak” gelmeli. Bu kapsamda biyoteknoloji eğitimi yaşam boyu öğrenmenin bir parçası olmalı. Biyoteknolojik uygulamaların çoğu bir laboratuvar ve bir uygulama alanı gerektirdiği için bu kapsamda ülkenin tüm üniversitelerinde “Biyoteknolojik Araştırmalar Merkezleri” kurulmalı ve bu biyoteknlojik araştırmalar merkezleri her ilin kendi problemlerine odaklanan yapıda ihtisaslaşmalı. Bu ihtisaslaşma yaşanırken, tüm bu yapıların kapıları, tüm topluma açık olmalı. Toplumdaki herkes bu araştırmalara katılmalı, destek olmalı, uygulamalı, denemeli ve öğrenmeli.
Tüm bu araştırma merkezlerinin bağlı olduğu bir “Ulusal Biyoteknoloji Ajansı” kurulmalı. Bu ajans devlet-bankalar-yatırımcılar-özel sektör desteği ile kurulmalı. Yani sadece tek bir kanaldan desteklenmemeli. Türkiye’deki özellikle biyoteknolojik araştırmaları, yatırımları, girişimleri takip etmeli. Toplumu özellikle Türkiye’deki biyoteknoloji alanındaki araştırmalar konusunda bilgilendirmeli, sürekli bültenler, yayınlar çıkarmalı. Türkiye’nin Biyoteknoloji Ortamını herkese göstermeli. Ağrı’da arıcılıkta varroa hastalığı üzerine bir biyoteknolojik ilaç geliştiren birisinin bilgisini, Ege’deki bir diğer ilgili bir diğer insan Ulusal Biyoteknoloji Ajansı sayesinde duyabilmeli. O ajans sürekli güncel olmalı ve insanların o ajansın faaliyetlerini takip edebilmeli. Elbette o ajansa bağlı bir çok üniversitedeki araştırma merkezi, özel şirketler, devletimizin farklı biyoteknoloji yatırımları da bilgi edinme ve işbirliği geliştirme yönünden bağlı olmalı.