Ana Sayfa Hüseyin Özgür Arslan, Köşe Yazıları, Kültür&Sanat 22 Şubat 2023 108 Görüntüleme

MERHABA 2

Değerli okurlar, dünkü tanışma yazımızın devamını okuyacaksınız bugün.

Üst düzey bir TV prodüktörü olmuş iken asistan olarak dahi olsa sinema sektörüne girmek isteme sebebim şuydu: Rahmetli dedem Mehmet Ağar, Kütahya’nın Simav ilçesi Eynal- Beyce köyünde doğmuş ve sonra annesinin vefat etmesi üzerine yürüyerek gittiği Simav’da Köy Enstitüsü’ne yatılı kaydolarak okumuş olan bir köy öğretmeniydi. Kendi köyünde ve öğretmen olduğu zaman görev yaptığı Güneydoğu’daki köylerde duyduğu cin öykülerine ben ve kardeşime daha 5-6 yaşlarında iken anlatırdı. Dayıma, teyzeme ve anneme de küçükken anlatırmış. Tabii aslında çocuklara anlatılmaması gereken bu korkunç öykülerin çocukların psikolojisini etkileyeceği o devirlerde düşünülmezmiş, çünkü dedeme de köylüler küçük yaşta bu öyküleri anlatırmış. Rahmetlinin anlattığı öyküler arasında köy imamının başından geçen gerçek bir öykü olan “Kırmızı Gözlü Kel Şeytan” asla unutamadığımız bir öyküdür. İşte ben bunu filme çekmek istiyordum.

Zaten ilkokul üçüncü sınıftan itibaren de VHS kaset çağı sebebiyle her hafta biri korku diğeri macera-karate olmak üzere iki film kiralar evde kardeşim ve apartmandan çocuklarla korku filmi partisi verirdik. Daha liseye geçemeden 70 ve 80’li yılların bütün kült ve B sınıfı korku filmlerini izlemiştim bile. Benim korku filmi çekmemem neredeyse eşyanın tabiatına aykırıydı yani.

Ayrıca benim çok iyi, sosyolojik olarak sınıflandırabileceğimiz, anlatanı, olay yeri ve zamanı, olay kahramanları belli olan Anadolu’nun çeşitli köylerini 1990’larda gezerek topladığım 11 tane cin korku öyküm vardı. Bunları da filme çekmek istiyordum.

Ama Türkiye’de o zamana dek modern bir korku filmi çekilmemişti ki? Şans eseri bir gün ünlü bir doktor olan dayımın muayenehanesinde sonradan çok ünlü bir senarist olacak genç bir senaristle tanıştım. Kendisi 21. yy Türk sinemasında çığır açacak bir korku filminin senaryosunu bir başkası ile birlikte yazıyordu. Fakat bu arkadaşın dinden pek bir haberi olmadığından cinlerle ilgili yazacağına Yunan mitolojisinden bir şeyler katmıştı. Tabii ki İslami bir medyada çalışan ve yeterli din bilgisi olan biri olarak yeni arkadaşıma bağızı tavsiyelerde bulundum. Amacım filmin yazı kadrosuna dahil olmaktı. Zorla kendimi filmin yapımcısına takdim ettirdim. İyi bir “cin”olog olarak durumu anlattım. Adam bana sadece teşekkür etti bu çook değerli bilgilerimi paylaştığım için. İyi de ben bunu bana yazı grubunda görev versin diye anlatmıştım yahu! Kuru bir teşekkür için değil yani!

Hoop hemşerim dur orada, ayağını kaldır da bastığın yere bi dikkat et yani! Değil mi ama! Pardoon yani!”

Yapımcı çok sakin bir şekilde bana sordu: “Senaryo yazmayı biliyor musun?”

El cevap: “Yoo! Ama ben çocukluğumdan beri korku öyküleri yazıyorum, üniversite öğrencisi olarak da onlarca köyü dolaşıp köy kahvelerinde eski usul walkman ile yerel cin öykülerini bir sürü kasete kaydettim. Yetmedi kaç yıl dergilerde köşe yazarlığı yaptım! Her sayısı 50-60 bin satan Türkiye’nin en ünlü dergilerinde köşe yazarıydım. Ne yani boş adam mıyım sanıyorsunuz beni. Üstelik de çok ünlü bir TV yapımcısıyım! Yaaa!”

Adam şöyle bir süzdü beni, sonra ağır ve sakince konuştu benim heyecanımın ve öfkemin aksine: “Ben senaryo yazmayı bilip bilmediğini sormuştum. Hani senaryo grubuna katılmak istiyorsun ya ondan dolayı.”

Ben tekrar atıldım: “Hayır! Tabii ki senaryo yazmayı bilmiyorum! Çok da önemli değil sonuçta senarist de bir yazar. Di mi ama?

Ünlü yapımcı bir yandan sinirleniyor ama bir yandan da gülmemek için kendini zor tutuyordu. Sanırım! Yani bana öyle gelmişti,

Yapımcı herhalde içinden “çattık belaya, zır cahilin önde gideni bu adam yahu!” diyordu o sırada. Tekrar sakin bir şekilde konuştu: “Bakın bu filmi Mardin’deki bir dağ köyünde çekeceğiz! Madem siz TV prodüktörüsünüz bana set ekibini yönetecek adam lazım. Ama gerekirse kablo bile taşıyacaksınız. Ne dersiniz? “

“Ayol ben stüdyoda takım elbise ile yağlı dağ gibi bulaşık yıkamışım kızzz, iki tane kablodan mı korkucam yani” demedim tabii. En azından ayol ve kız kelimelerini kullanmadım. Feminen değil yurdum ayısı (Ayıyus Anadoluyus) bir maço olduğum için bu cümleden sonra “Ne zaman başlıyorum işe?” diye saftirik bir şekilde sordum.

Yapımcı da “Gelecek ay Mardin’e gideceğiz, 45 ila 60 gün sürecekler çekimler. Asgari ücret vereceğim. Kabul ediyorsan gel yarın işe başla” dedi.

“Hööööö!???” Evet aynen böyle dedim, üstelik de gözlerim de yuvalarından fırlamıştı? “Nee? 45 gün mü? Ben nasıl izin alırım yahu kanaldan hem de 60 gün için?” Haftada 3 gün canlı yayınım var benim! Hem ben asgari ücretin 3-4 katı maaş artı prim alıyorum yahu! İnsaf!”

Yapımcı yine sakince cevap verdi: “İşinize gelirse! Siz TV sektöründe ünlü bir yapımcı olabilirsiniz ama sinema sektörüne sıfırdan başlayacaksınız. Bu başka bir iş kolu, başka bir sektör! Sinema sektörüne herkes gibi siz de asistan olarak, runner denen ayakçı olarak başlayacaksınız. Haa benim yerime yapım sorumlusu görevini de ayrıca icra edeceksiniz. Ama jenerikte isminiz runner veya yapım asistanı olarak geçecek. Alacağınız maaş da asgari ücret olacak doğal olarak.”

İşte böyle buyurmuştu sinemanın ünlü yapımcısı. Adam resmen beni kekliyor muydu ne? Ayy sanki dergi yönetici editörlüğünden TV sektörüne geçtiğimde yapım asistanı olarak işe başlamamış bir saftirik gibi düşünüyordum. Vay başıma gelenler! “Ayy yetişin komşular yangın var ayolll! İçim yanıyor içimmm! Başıma ağrılar saplandı ayolll” diyesim vardı ama demedim tabii ki! Yakışmazdı böyle efemine tavırlar Anadolu delikanlısına. Ben de yapımcıydım ama kim takardı ki TV sektöründeki yapımcıyı? Muazzam bir sükut-u hayale uğramış şekilde eve döndüm. Birkaç ay sonra 21. Yy’daki ilk Türk korku filmi (20. Yy’da da birkaç kalitesiz korku filmi çekmiştik, mesela Drakula İstanbul’da gibi) çekildi ve galasına çağrıldım. Tabii galada da başımıza gelmeyen felaket kalmadı. O olaylar bir başka yazının konusu.

Sonuçta o film büyük bir başarı kazanınca cin konulu bir dizi yapılmaya karar verildi. En büyüklerinden bir TV kanalı ünlü oyuncularla bir cin dizisi çekmeyi kabul etti. Dizi yapacak prodüksiyon şirketinde çalışan müdür konumundaki idari yapımcı bir şekilde bana ulaştı. Benim elimde bir sürü gerçek cin öyküsü olduğunu öğrenmişti, satın almak istiyordu, ben de eğer senaryo ekibine dahil olursam bunu kabul ederim dedim. Zaten taslak senaryo da çok kötüydü ve yine bir sürü dinle alakası olmayan mitolojik şeyler vardı. Mesela cin, Pandora’nın Kutusu’ndan çıkıyordu.

Senaryo taslağını okuduktan sonra ben, “Abicim sizin bu senaristler zır cahil, özel olarak mı buldunuz bunları yahu? Hiç mi milli dini bilgileri yok! Bari Alaadin’in Lambasından çıkartaydınız cini yahu!” dedim.

Sitemime şaşıran idari yapımcı da “Valla hiç düşünmedik bunu! Pandora’nın Kutusu niye olmuyor ki?” diye sordu.

Ben kızgın bir şekilde “Abicim, İslami bir korku dizisinde Yunan putperest mitolojisinin ne işi var yahu?” deyince jeton düştü abide. Sonraki gün yapımcıya beni önermiş fakat senaryo grubundaki senaristler ben senarist olmadığım için beni aralarında istememişler. Bunun o sırada bir yalan olduğunu düşünmüştüm. Yıllar sonra ben de profesyonel bir senarist olunca edebiyatçı, öykücü, romancı, şair vs herhangi bir yazın dalında çok ünlü ve deneyimli biri de olsa senarist olmayan birini asla ekibimde istemeyecektim. Çünkü biz senaristler edebiyat yapmıyoruz aşırı ticari bir iş yapıyoruz. Bu işin de kendi çok ağır kuralları var. Bilmeyenlere öğretmek için harcayacak zamanımız yok (iş alınıp yazı ekibi kurulduktan sonra yani).

İşte buraya kadar size neden senarist olmaya karar verdim onu anlattım. Nasıl senarist olduğum ise başka bir yazının konusu. Fakat gelelim bu günkü tavsiyeme. Bu tavsiyeyi öncelikle roman yazarlarına yapıyorum. Lütfen beni iyi okuyunuz. Hayatta kimse size hem de beleşe bu tavsiyeyi vermez. Yılların tecrübesi konuşuyor hem de iki ayrı kıtada, 6 ayrı ülkeden senaristlerle birlikte yıllarca çalışmış bir senarist olarak veriyorum öğüdümü iyi dinleyiniz lütfen.

Siz değerli roman yazarları! Nedense hepiniz kitaplarınız ister yüz adet isterse yüz bin adet satsın romanlarınızın filme çekilmesini istemektesiniz. Ben birkaç kez büyük kitap fuarlarına katıldım hem İstanbul’da hem de Amerika’nın çeşitli şehirlerinde. Hem Türk hem Amerikalı yazarlar illaki eserlerinin filme çekilmesini istiyordu. Hepsi de benden kitaplarını senaryoya aktarmamı istiyor ben de kibarca red edince bana küsüyorlardı. Red sebebimi anlamamakta ısrar ediyorlardı.

İşte siz değerli yazarlara, bir senaristin neden sizin kitaplarınızı senaryoya aktarmayı reddettiğini açıklayacağım: Sıkı durun bomba geliyor! Tamamen duygusal sebeplerle! Evet evet evetttttt! İşte o duygusal sebep! Şıkır şıkır mangır sebebiyle yani.

Değerli okurlar, şu an Türkiye’de ünlü bir senarist, kendi yazdığı bir senaryoyu en az 200 bin TL’ye yapımcıya satmakta. Çok daha yüksek isteyebildiği gibi paraya sıkışmış ise daha da aşağı satabilir. Ayrıca tanınmamış bir senarist de belki 20-30 bine satabilir senaryosunu.

Standart bir senaryo 90 ila 120 dakikadır yani 90-120 sayfadır. Ortalama 1 ila 3 ayda yazılır. Bir roman ise 200-300-400-500 sayfa olabilir. Ortalama 6 ay- 1 yılda yazılır. Nereden mi biliyorum ben anca iki senede yazabildim ilk romanımı da ondan.

Şimdi şöyle düşünün: Çok da ünlü olmayan bir roman yazarısınız. Mesela Türkiye’nin en çok okunan kitapları milyonlar satmış, Nobel Edebiyat Ödüllü bi Orhan Pamuk değilsiniz değil mi? Evet evet biliyorum! Biliyorummm! Siz Orhan’a bin basarsınız! Şişirilmiş bir yazarrrr! Çok doğruuu! Bilmem mi sizin kaleminiz ondan yüz kat keskin de ah işte sizin arkanızda bi Ameriga yok! Şu gavurlar elinizden bi tutsaydı üffff ne Nobel’i yaw, dünyada ödül bırakmazdınız! Bilmem mi? Ama işte bi Orhan Pambuk değilsiniz sonuçta! Eee! İyi de eğer yanlış bilmiyorsam ahanda şimdi Gagıl Amca’ya soruyorum Orhan Pamuk’un hangi romanı film oldu? Cevap: Hiç biri! Peki hangi senaryosu filme çekildikten sonra kitap oldu? El cevap: 1991 Gizli Yüz (Ömer Kavur filmin yönetmeni), 1992 Gizli Yüz kitap. Haa bu senaryo, 1990’da yayınlanan Kara Kitap adlı romandaki bir öyküden uyarlanmış olduğu için Kara Kitap romanı film oldu diyemeyiz. Ayrıca Orhan Pamuk doğrusun yapmış kendi romanını kendi senaryoya aktarmış.

Devam ediyorum konuya, şimdi bir yapımcı düşünün, sizden ister bin adetçik ister yüzbin adetçik satılmış olan romanınızı filme çekmek için görüşme yapmak istedi. Size sordu, ne kadarlık bir telif ücreti istersiniz diye! Ehhh koskoca yapımcı-yönetmen gelmiş ayağınıza demek ki önemli bi yazarsınız, öyle onn bin yirmi bin kesmez sizi, asgari ücret olmuş 9 bin lira ayol? Şekerim o kadar emek var di mi ama? Ateşle bakayım yüz bin iki yüz bin! Hah şöyle! İliğim kemüğüm ısınsın di mi? Sıcak sıcak paralar, insana bu yarar!

Sonuçta yapımcı size yani roman yazarına yüz bin TL ödedi, sonra gitti bi tane de iyi, ünlü senarist buldu. Eh şu an ünlü senaristin kendi yazdığı senaryo yukarıda bahsetmiştim 200- 300 bin TL civarında bir bedeli var, ama romandan aktarma olacaksa 500 bin TL ister üstadımız.

Evet sonuçta sadece yazı işinin maliyeti yapımcıya 100 bin romancıya, 500 bin de senariste ödendi, daha “Bismillah motor!  Ya da “Action!” demeden 600 bin TL gitti. Yaw halbuki bu süzme salak yapımcı kafasındaki iyi gişe yapabilecek bir fikri veya senin romanının çakmasını aynı senariste 200 bin TL’ye yazdırabilirdi yahu! 200×3=600. Yani senin romanı filme çekmek için bu işe girdiğinde 3 filmlik senaryo ücretini baştan gömmüş olacak! Eee bi düşün bakalım peeek değerli, üstünn, süperrr sayın ve saygın yazarım, senin romanın 600 bin TL maliyet eder mi yahu şu krizde? Soruyorum eder mi? Azıcık kendine dürüst ol! Bize dürüst olmana gerek yok ağa, kendine dürüst ol! O kitaptan şimdiye kadar ne kitabın yayıncısı ne de yazarı olarak sen 600 bin TL kazandınız mı Allah aşkına! Eee! Yapımcı ne diye 600 bin TL gömsün yahu? Gökten yağmurun bile yağmadığı şu kurak kış mevsiminde para yağıyor da benim gibi bir saftiriğin haberi mi yok?

Açık ve net anlatabildin mi meseleyi sayın üstadım? Hah şimdi anladınız di mi? Yani tamamen duygusal sebeplerle siz romancıların romanları senaryoya aktarılmıyor.

Ha bana verirsiniz 300- 500 bin TL, çok zor bir roman değilse tabii ki senaryoya aktarırım. Ne? Tam duyamadım? Sizde 500 bin TL’cik yok mu? Hayatınızda roman yazmaktan hiç o kadar para kazanmadınız mı? Eee peki o zaman ne diye ikide bir romanımı senaryoya çevir diye biz senaristlerinin başının etini yersiniz ki? Paranız yoksa biz bu işi size bedavaya mı yapacağız yani? Profesyonel bir senarist, yazdığı her şeyden para kazanarak geçimini sağlayan biri demektir. Profesyonel roman yazarı diye bir meslek yok ne yazık ki? Dünyada çok az romancı sadece roman yazarak geçimini sağlıyorsa o işe meslek denemez.

Bir senariste bir romanı senaryoya çevirme işini, görevini film- dizi yapımcısı verir değerli okurlar. Ne kitabı yayınlayan yayınevi ne roman yazarı ne yönetmen ne de başka biri. Bir senarist için patron yani para babası olan kişinin unvanı prodüktör yani yapımcıdır. Bir yapımcı bir romanın filme çekim haklarını yayın evi aracılığı ile yazardan satın alır ise ancak bir senariste o romanı senaryoya çevirme işini verebilir. Yani senariste bir görev vermek, bir iş vermek yapımcı dışında kimsenin işi değildir. Haa çok paranız vardır, ünlü bir iş adamı ya da sosyete güzelisinizdir, yani bize 300-500 bin TL verecek maddi gücünüz vardır, işte o zaman isterseniz en ünlü senaristi çağırır, yığarsınız önüne paracıkları, yaz bakalım dersiniz. Money talks yani.

Pekiii, şimdi ne olacak? Yani siz değerli yazarların kaliteli romanlarını beyaz perdede, renkli camda izlemekten mahrum mu kalacağız yani? El cevap: Hayır! Bi zahmet oturup öğrenin senaryo yazmayı, valla çok zor bişi değil, inanın roman yazmak 10 kat zor (en azından benim için yani).

Evet değerli okurlar ve kıymetli yazarlar, buraya kadar esprili olsun diye hiciv dolu diyaloglar ile dolu bir yazı yazdım. Çünkü gerçekten son birkaç yılda özellikle roman yazarları tarafından kitaplarını senaryoya aktarmayı reddettiğim için uğradığım alaylı muamele benim canımı çok sıktı. Bu yüzden siz okurlarımla dertleşmek ve yazarların da dikkatini celbetmek için böyle bir dil kullandım, lütfen kusuruma bakmayınız.

Gene konuyu tiyatro oyunu yazar gibi uzatıp sündürdüm, dört sayfa olmuş bile. Roman yazarının kendi senaryosunu kendi yazma süreci artık bir sonraki yazıya kaldı değerli okurlar. Arkası yarın yani.

Eğer varsa kırdığım gönüller için hakkınız helal edin, sürç-ü lisan eylediysem affola.

Saygılarımla

Yorumlar

İlginizi çekebilir

Sevgi dili…

Sevgi dili…

Tema Tasarım | Osgaka.com