Değerli okuyucular merhaba. Ülkemizin lügatteki gerçek anlamıyla çok sarsıntılı günlerden geçtiği bir dönemde bu sitede ilk yazımı yazmaktayım. Öncelikle Maraş merkezli depremde ölenlere Allah’tan rahmet, yakınlarına baş sağlığı ve sabır, yaralılara da acil şifalar diliyorum. Ben de akrabalarımdan 11’ini Antakya merkezde kaybettim, 2 kişiyi de kuzenlerim enkazdan kendi imkanlarıyla çıkarttı ancak ağır yaralı olarak hastanedeler. Bu yüzden o bölgedeki acıyı kalben en derinden duymaktayım. Fakat ülkemiz bu tür felaketlere alışıktır, bu netameli coğrafyada kurulmuş olan her devlet bu tarz felaketlerin üstünden gelmeyi iyi biliri. Bizim de devletimiz güçlüdür ve milletçe Allah’ın da yardımıyla bu afetin üstesinden geleceğiz.
Kendimle ilgili bilgi vermeden önce bu köşede ne tür konular anlatacağım bilgi vermek isterim. Senaryo yazmayı değil ama senaryo yazmanın püf noktalarını anlatacağım, öykü ve roman yazarlarına neden senarist olmalısınız nasıl senarist olunabilir bunları anlatacağım. Yani temel düzeyde değil ileri seviyede bilgi vermeye çalışacağım Bunu yaparken de hem Türkiye’de hem de yurtdışında edindiğim tecrübeden faydalanacağım. Umarım okurlarımız özellikle de yazar, şair, öykücü kökenli okurlarımızın ilgisini çeker anlatacaklarım.
Kendimi bir medya emekçisi, edebiyat ve sanat emektarı olarak nitelendirebilirim. 1999’dan beri medya sektöründe çalışan bir bordro mahkumuyum kısacası. Mesleğe PC World bilgisayar dergisinde yardımcı editör ve köşe yazarı olarak başladım. Bilgisayar dergilerinin altın çağının ortalarında işe başlamıştım ve teknoloji bağımlısı bir delikanlı için bir nevi cennet gibiydi. Tabii ki çalışma hayatının zorlukları, amirlerle olan sorunlar gibi tuzu biberi, acısı tatlısı olmadan hiç iş tecrübesi kazanılabilir mi? Üstelik dizilerde cennetten bir köşkmüş gibi tasvir edilen plaza hayatının da bir yandan iyi ve güzel diğer yandan sıkıcı ve gürültülü hayatını terennüm ettim. Daha sonra bir dekorasyon dergisine yönetici olarak atandım. Bu bir başka yazının konusu. Akabinde TV sektörüne yatay değil düşey geçiş yaptım. Yönetici editör olarak emrimde 2 editör, 2 muhabir, 2 görsel yönetmen ve diğer dergilerden de gerektiğinde yardım alabileceğim 10 eleman varken ve artık yöneticiliğe alışmışken bir anda sektör değiştirmek zorunda kaldım. Ve tabii ki yeni işe sıfırdan başladım. Bir dergide en düşük eleman yani ordudaki er seviyesindeki personel yardımcı editörken bir TV kanalında da er seviyesindeki personel yapım asistanıdır. İşte doğrudan 6 gerektiğinde 16 eleman çalıştıran yani 16 postası olan bir yüzbaşı iken hoop yine başka bir askeri sınıfa geçince er seviyesine düşmüştüm. Şöyle bir sahneyi gözünüzde canlandırın lütfen, o gün yapım asistanı olarak gran- tuvalet takım elbise giyip stüdyoya gidiyorum, çünkü bant çekim bir kadın programı var: Güler erkan Sizlerle. Bu programda dantelden ahşap boyamaya dikiş nakıştan yemek pişirmeye dair ev hanımlarının ilgisini çeken pek çok konu vardı. Biri genç kız biri benim gibi kartlaşmış bir genç iki yapım asistanımız vardı. Benden çok daha havalı olan genç kız bir bahane bulur işten kaytarırdı. Mecburen çekim sonrası etrafı temizleme işleri bana kalırdı. Paspas gibi işleri yapacak zaten stüdyo temizlikçisi vardı ama bulaşık yıkamak kimsenin görevi değildi. TV ve sinema sektöründe angarya kabul edilen bir iş için görev tanımı yapılmamış ise demektir ki o işi yapacak olan kişi er rütbesindeki yapım asistanıdır. İşte yapım asistanı olarak ben yemek programında pişen yemeklerin artıklarının yapıştığı tencere, tava, tabak ve çatal kaşıkları, hem de takım elbisem üstümde iken tuvaletten aldığım soğuk musluk suyu ve el temizliği için kullanılan sıvı sabun ile ne bulaşık süngeri ne de ovma teli olmadan temizlediğimi hatta bir sonraki programda tekrar kullanılması için tertemiz yaptığımı düşünün. Ve üstüne de hayatta en nefret ettiğim işin bulaşık yıkamak olduğunu da biliniz. Çamaşır yıkayabilirim, halı pencere silebilirim hatta lisede yatılı öğrenci iken umumi tuvaletleri senede iki üç kez üç yıl boyunca temizlediğim bile olmuşken (yatılı devlet okulu, müdürümüz kendi pisliğinizi kendiniz temizlemeyi öğreneceksiniz, siz üstün zekalı ama şımarık iyi aile çocuklarına sadece çok iyi bir öğrenim vermiyoruz aynı zamanda sizi eğitiyoruz derdi sık sık) olmuşken üniversiteyi uzattığım sene tuttuğum evde kalırken sırf bulaşık yıkamamak için çok ucuza tencere, tava, tabak, kaşık çatal satan dükkanlardan hafta bir mutfak eşyası satın alırdım. Eskiden öyle bol kağıt tabak, plastik çatal kaşık yoktu, varsa da pahalıydı. Bir gün annem Bursa’ya geldi ve mutfakta dağ gibi yığılmış bulaşıkları gördü, oğlum lokantada bile sendeki kadar çok mutfak malzemesi yoktur, ne ara biriktirdin bu kadar kirli eşyayı demişti. Misafir olarak gelen annemin o bulaşıkları elde yıkayıp raflara dizmesi 3-4 saatini almıştı. Düşünün o kadar çoktu. İşte böyle bulaşık düşmanı bir insanken en sevmediğim iş bana dayatılmıştı, üstelik de bir kez değil 2 sene boyunca her hafta sürümüştü bu ennn nefret ettiğim angarya.
Fakat o zorlu iki senenin sonunda TGRT Haber TV ayrı bir kanal olarak kurulunca ekonomi konusunda en eğitimli asistan ben olduğumdan (İngiltere Cambridge Üniversitesi’nden konuk öğretim üyesi olarak gelen İngiliz hocalardan İngilizce İşletme eğitimi- MBA kursu almıştım 2 yıl boyunca) ekonomi programlarının başına yapımcı olarak atandım. Ve evet yine emrimde bir sürü personel olmuştu. 2-3 yapım asistanı ve stajyer dışında kameramandan ışıkçıya, yönetmenden dekorcuya herkesin amiriydim. Fakat bunların hepsi ayrı departmanlar olduğundan kimseye emir verme durumu tabii ki yoktu, abi kardeş ya da çalışma arkadaşı ilişkisi içinde onlara görev veriyordum. Zaten neredeyse hepsi benden deneyimli oldukları için yapacakları işin ehli olarak benden talimat almadan işi layığı ile yerine getiriyorlardı. Fakat programın yapımcısı olarak en tepede artık benim ismim yazıyordu artık. Türkiye’deki bütün siyasetçileri, parti liderlerini, bakanları, ünlü ekonomist ve borsacıları, banka ve holding CEO’larını yayına çıkartan ve hepsiyle de tanışıp sohbet eden bir yapımcıydım artık.
Ehh tabii ki rahat bana battı. Batmaz mı? Otuz yaşına bile girmeden diğer ünlü rakiplerimin 50-60 yaşında ancak gelebildiği noktadaydım. Eee sırada ne vardı? Dergici olmak istemiştim olmuştum, televizyoncu olmak istemiştim olmuştum şimdi sırada ne vardı?
-Sinemacı olmak tabii ki!
-Di mi ama? Hiç aşağısı keser miydi beni?
Hadii hoop yeni kariyer arayışları başladı. Ne mi yaptım? Önce kendi çapımda prodüksiyon yaparak kısa metraj korku filmi çekmeye çalıştım ama o da ne, beceremedim?
-Niye kine?
-Ben nasıl becermem yahu kısa metraj çekmeyi ya da daha doğrusu yapmayı? Bende film çekmek ya da yapmak için ne eksikti yahu?
-Dur bi düşüneyim! Hah buldum! Eksik olan tecrübe olmasın!
– Evet!
-Evet!
-Çok haklısın mantığım! Tecrübem eksik!
– Amannn sen koskoca yapımcısın ne tecrübe eksikliği yahu! Dertsiz başımıza iş mi alalım şimdi! Otur oturduğun yerde.
– Ya akıl! Biraz akıllı ol yahu! Hiç tecrübe olmadan iş olur mu?
– Yaa boşver mantık! Biz de film çekmeyiz TV şovu yaparız yine olur biter.
– Bana ne yahu! Ben film çekmek istiyorum.
-Bi sus sen kalp! Zaten sesin şu hercailiğin yüzünden başımıza gelmeyen kalmadı. Bi sus yani!
– Allah akıl fikir versin sana akılsız akıl. Ben film çekmek istiyorum yahu! İstiyorum da istiyorum! Bul bi çaresini
– Ya işte mantık ne güzel dedi, tecrübemiz eksik! Şimdi işten ayrılıp sinema sektörüne mi girelim yani!
-Evet! Neden olmasın! Sıktı buralar! Şöyleee uzanıp Hollywood’lara Torontoloara, Canneslere bi uzansaydık ya!
-Hiç seni aşağısı keser mi? Oskar amcadan da versinler sana!
-Sen sus! Mendebur mantık!
-Tabii ki Oscar da alacağım ayol! Benim neyim eksik o kıptiyozlardan?
-Yavaşşşş! Yıllardır masa başı oturuyorsun göbeğin kat kat yağ bağladı tabii, sıkıştığın için çok hızlı atıyorsun! Yavaşş çarp sonra taşikardi olursun bak!
-Hıh şapşal mantık! Asıl boş dura dura bön herifin teki oldun! Şöyle açılsak kırlara, girsek stüdyolara çeksek bir sürü filmler fena mı olurdu yani! Püfür püfür ayol! Üstelik de şan şöhret cabası!
-Manyak mısın kalp? Bi dur yahu! İyice uçtun!
Akıl akıl gel başıma takıl ayol! Baaak kızdırma beni bi durursam bi daha zor çalıştırırsınız beni! Mortu çeker alayınız ona göre!
– Yav bi dur! Sinirlenme hemen kalpçiğim! Buluruz çaresini!
– Hah şöyle yola gelin! Dururum valla!
-Yav bak akıl kardeş, kılavuzu kalp olan karganın pardon adamın başı beladan kurtulmaz, akıllı adamın kılavuzu kalp değil mantıktır. Yüz verme şuna! İyice tepemize çıktı şımarık şey!
Abicim ben de biliyorum onu da senin gibi sakin bi mantık dursa eks olmayız ama şu hercai kalp dursa Vınn Turizm AŞ ile en çabuk yoldan Tahtalı Köy’e gideriz!
-Valla haklısın!
-Yaaa haklıyım tabii! Şu şımarık kalbi önce yola getirmek şart!
İşte o devirde içimdeki iç seslerin her biri ayrı telden çalıyordu, birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğum o devirde kalp isterim de isterim diye tepinirken (tekleyecek diye ödüm kopuyordu zaten) mantık olmaz da olmaz diye tutturmuştu. Naapsın zavallı akıl? Üç kuruşluk aklım da bir yandan kendine mukayyet olmaya çalışırken (keçileri her an kaçırabilirdim o devirde, zaten daha sonra kaçırdım, bulup da geri getirmesi çook zamanımı aldı ama o başka bir macera pardon yazının konusu) diğer yandan da mantıksız kalp ile kalpsiz mantığın arasını bulmaya çalışıyordu. Ahhh be deli gönül neler çektirmiştin o zamanlar bana bi bilsen! Şimdilerde birazcık uslandın ama uslanana kadar da ömrümden ömür gitti! Yaa! İşte böyle!
İşte böylece sinemacılık macerasına atıldım. Tabii bu ikinci yazının konusu. Yani arkası yarın! Aslında bunların hepsini bir oturuşta yazdım da şu an 5. Sayfayı devirdim bile, ama siz okurlara da yazık! İlk günden bombardımana tutmamak gerek! Ne demişler azı karar çoğu akıllara zarar! Bu yüzden yazımı burada noktalıyorum. Merak etmeyin yahu! Devamı çook yakında! Valla billa! Yazdım zaten! Sadece bölerek yayınlıyorum. Haa! Onu mu soruyorsunuz! Maalesef senaryo yazmak isteyen edebiyatçılara anlatacağım püf noktaları bu yazıda kim vurduya gitti. Ama katil kim biliyorum. Ben! Evet ben! Çok uzun yazarak sıkıntıdan öldürdüğümü itiraf ediyorum. Ama merak etmeyin ben bu konuyu hortlatır ve öteki yazılarda bahsederim artık. Ne de olsa korku senaryoları yazarıyım yahu! Mortlatmak da hortlatmak da benim işim! İtinayla her türlü konu önce mortatılır sonra hortlatılır. Yerli ve milli hatta tescilli hortlak romanı yazarıyım bugüne bugün.
Hepinize hayırlı günler, tasasız hayatlar, sağlıklı ve mutlu zamanlar dilerim. Sürç-ü lisan ettiysem affola!