Ne çok hüzün taşırsın sen sonbahar. Yaprakların hüzünlendi yine ağlamaklı. Ruhundaki renkler bile doğaya haykırdı kırmızısından. Yeşillerin sarıya, sarının kırmızıya başkaldırışı gibiydi çiğ dökmüş yapraklarının hüznü. Dokunsam ağlayacak gibiydi, yapraklarının ağaca tutunuşu. Dokunmadım! Dokunamadım! Dokunmak istemedim.! Zamanını beklesin istedim. Düşmelere hasret kalsın dedim, sonsuzluğa uzanan yaslar gibi. Bir fani, bir faniye dokunsun istemedim. Fani’nin değmediği bir fani olsun istedim. Yalın bir yalnızlık çöksün üstüne, yap yalın. Virgülün olmadığı bir sonu kendi doğası hazırlasın istedim. Noktayı rüzgar koysun, hoyratça.
Öyle de oldu.
Benim kadar hassas olamadı rüzgar. Rüzgâr, daha hoyrat ve gaddar çıktı. Benim düşüremediğim yalnızlıkları, o düşürdü kara toprağa, birer birer. Acımadı! Bir bildiği vardı sanırım. Yok Yok. Bildiği olduğunu sanmıyorum. Bilseydi, diğer ağaçlara da aynısını yapardı. Ama yapamadı.
Bazı yapraklar çetin ceviz çıktı. Esse de hoyrat rüzgâr, yaşama inat tutundular dallarına. Her dem diri.
Ama rüzgâr düşürebildiği yapraklara acımadı, teker teker dokundu yalnızlıklarına. Düştüler birer birer, salına salına, saniye saniye. Üşüdüler başta. Yadırgadılar düştükleri yeri. Sonra daha bir saldılar kendilerini. Daha da yanaştılar toprağın koynuna, daha da. Gün be gün sarısı yeşili, kendini toprağa benzetti. Kahverengileşti önce, sonra tel tel oldu, parçalandı ve toprak oldu. Beslendiği ana vatanına hemhal oldu. Bir sonraki yaprakların doğumuna, mineral olmak için bütünleşti öz yurduyla. Üşüdü ve üşüdü.