“Nev’iyâ lâzım degül olmak fülân ibni fülân
Ma’rifet kesbiyle tek bir âdem ol adam gibi”
Nev’î
Ey Nev’î, falan oğlu falan olmak lazım değil; (gereken) marifet kazanarak sadece adam gibi bir adam ol.
Felsefeciler, düşünürler, mütefekkirler insan ile evren arasındaki illiyeti “küçük âlem” (mikrokozmoz) ve “büyük âlem” (makrokozmoz) olarak görmüş, makrokozmozda bulunan özelliklerin mikrokozmozda da bulunduğunu dile getirmişlerdir.
Bunun farkında olmak insanın kendi sıfatlarını, bedensel ve ruhsal unsurlarını analitik bakış açısıyla tefekkür etmesine bağlıdır…
Evrenin ve insanın üzerinde hüküm sürmekte olan zamanı, hareketi, beden denilen somut varlığı, soyut tarafta olan ruhsal durumu, aklı, hayali, duyuları, melekelerini idrak ve fark edebilmesi, bütün bunların aynı zamanda evrende de mevcut ve hüküm sürmekte olduğunu idrak etmesi, bu biliş düzeyinde tezahür edebilir.
Mes’elâ; insanın somut varlığında bulunan elementler evrende ve dolayısı ile yeryüzünde bulunanlardan ibarettir desek pek de ileri gitmiş olmayız…Karbon, azot, hidrojen, demir, magnezyum ve diğer bir çoğu toprakta, bitkide hayvanda ve insanda temel elementler…
Soyut taraftaki akıl farklı seviyelerde de olsa bitkide hayvanda ve insanda var…aynı şekilde can dediğimiz canlılık da öyle…
Peki cansızlar neyin nesi, inorganik alem de var diye sorulsa…
Her bir elementin yapıtaşı atomların çekirdeği, elektronları var ve bunlar da enerji seviyesinde bir düzene, karakteristiklere, sıfatlara, dolayısı ile akla sahiptirler…
Uzaydaki yıldızlar, gezegenler de kendilerine biçilmiş ve bilkuvve (potansiyel) özelliklerin dışına çıkmadan bir düzen üzere bir bütünün mütemmim cüzleridir…
★
İnsânı tanımak için onun dış ve iç sıfatlarını, potansiyelini ve evrenle ilişkisini, benzerliklerini anlamak gerektir.
Ancak insanın kendinde yaratılıştan gelen sıfatlarını fark etmesi ile kişi kendini bilerek, kendisinde bulunan olağanüstü yanlarını fark edebilir.
Madde ile mânâ, somut ile soyut, zâhir ile bâtının arasındaki illiyeti esas alınca, hayatiyete dair tüm fonksiyonların işlevsel hale getirilip fiiliyata döküldüğü bir evren modelinde insanın yaşamasının mümkün olduğu görülecektir.
Baş gözü ile görünen dış dünyadaki herşey iç âlemde referans değerlerle yargılanır ve mânâlandırılır.
Bütün bunlardan bîhaber olan insan içün ancak nâkıstır denilir, haberdâr olan insan ise kemâl sıfatlarını taşıyan, bunların tezahürünü idrâk eden insandır.
Bu sebeple kâmil bakış açısını edinmiş, firâset ve basîret sahibi insan mikro- ve makro-kozmoz arasındaki illiyet bağını görür, okur ve karşılaştırarak anlamlandırır.
Mevlânâ’nın sinek metaforu böyle bir bakış açısı ile nâkıs ve kâmil arasındaki farkı ortaya koyar niteliktedir:
“Bir sinek, eşek sidiğinin üzerinde gezinen bir saman çöpünün üstüne kondu ve bir gemi kaptanı gibi başını yukarı doğru kaldırdı ve şöyle meydan okudu “Ben bu denizin ve gemiciliğin mektebinde okumuş, bu işe ömrümü vermişim. İşte deniz, işte gemi, işte adam, işte kaptan, işte görüşü keskin bir kahraman”.
Sidik akıntısını büyük bir okyanus, saman çöpünü büyük bir gemi, kendisini de kaptân-ı deryâ zanneden hattâ bununla da yetinmeyip, bir de başını kibirli bir şekilde yukarı kaldıran ahmaklara selâm olsun deyip geçmeli…işte bir nâkıslık örneği, böyle insanlar yok mu peki ?
Aslolan mânâdır, madde ise mânâya bağlı olarak tezahür eder…
Ve netice-i kelâm:
Nâkıs bakıştan ilim ve irfâna sahip olunarak, kendini ve âlemi tanıyarak, tefekkür ile ve bir bütünü cüzden görmeye çalışarak kurtulabilir insan, işte o vakit sineğin durumunu idrâk eden Mevlânâ’nın olgunluğu ile okur âlemleri….
“Sen kendini küçük bir cisim sanırsın, ama en büyük âlem sende gizlidir.”
Hz. Ali