İnsanın estetik anlayışını ruhunu yüceltip olgunlaştıran değerler ve kültürü besler, belirler, şekillendirir…
Bir yanda binlerce yıllık kadim kültür ve medeniyyet objeleri ve onları inşâ ve ihyâ eden insan, diğer tarafta uygarlığı ithâl modern kültür zanneden paçozlar…millî ile gayri millî, inanç ile inkâr, iman ile küfür, teslimiyyet ile reddiyye çatışmaları ve bunların hayata yansımaları…
Modernizm; sanayileşme, kentleşme ve teknolojik ilerlemenin getirdiği hızlı değişimler sonucu ortaya çıkan kültür ve sanat anlayışı, yüzyıllara sari olarak ortaya çıkmış kadim insanî kültürü, medeniyet anlayışını berhava etmiş, eski yeni ile, kadim olan muvakkat olan ile yer değiştirince de ortaya köksüz, münferit, bencil insan tipi ve anlayışı çıkmıştır.
Ötekini müşteri, kullanılacak sırtına basılarak yükselinecek basamak olarak gören ve bunu teknoloji, sanat ve bilgi gibi donanımları ile insanlığın önüne koyan küresel güç odakları sekülarist bir toplum inşâ etmeye çalışırken kadîm kültürü törpülemeyi ve ortadan kaldırmayı amaçlamıştır…
Mes’elâ; modernite, hırsın önündeki bütün engelleri kaldıran bir ihtiras kamçısı olarak, muhteris bir toplum inşâ etmek ve tüketici bir toplum oluşturmak üzere koyduğu hedefleriyle kapitalist anlayışa hizmet etmiştir, etmektedir…
Modernitenin rasyonel değerleri ve karşılıkları vardır…mes’elâ her hâl ü kârda kadim kültürümüzdeki “merhâmet” modernitenin rasyonalitesi ile uyuşmaz…
Eski yeni çatışmasını körükleyenlerin sunduklarına bir küçük misâl;
Siyah beyaz TV yıllarından akılda kalan bir reklâmın sloganı şöyle idi: “eskimiş çorapları atın Jill geliyor…”
Evet, eskiyi kötüleyen bu anlayışın onun yerine koyduğu, koymayı plânladığı yeni; aslında naylon, sentetik; fıtrattan ve estetikten uzak, doğal değil yapay olan idi… insan dahil her şeyi metâ diye gören ve “kullan-at” felsefesini merkeze yerleştiren anlayış bu olunca, bizi biz yapan değerler manzumesi giderek önce dağarcığımızdan sonra cemiyetten uzaklaştı, uzaklaştırıldı !
Bunun neticesinde, maddeyi baş tâcı yapıp, maddiyatı, variyeti, ünvanı, makamı ile kimlik ve şahsiyyetinin oluştuğunu zanneden; zahiri mamur, batını kof “eşhâs-ı meşhûre !”ler çoğaldı da çoğaldı…
Halbuki insanlar ve dolayısı ile milletler maddi varlıkları ile değil, millî, mânevî ve kültürel değerleri ile şahsiyyet bulur, ayakta dururlar.
İnsanı değersizleştiren ise kimliksizliktir, silikliktir, yozluktur…
İşte bu anlayıştır ki, hem köklerinden kopartılmış insanı, hem de toplumu zehirleyince; san’atı, kültürü, edebiyatı, ahlâkı ve zarafeti, muhabbeti, nezaketi ve estetiği ve çevresiyle uyumu ile yaşanabilir olan şehirlerimizdeki alt/üst yapılar yanında insani ilişkileri de estetiği de ruhsuz, silik ve yoz hâle dönüştürmedi mi ?
Tasavvurumuzdaki şehir ve ahalisi ile mevcut “modern şehir”, bugünkü hâliyle ve griliği ile, hiç mi hiç uyuşmuyor…
Nereden nereye…İnsanî değer üreten ve yaşayan şehirlerden, insanı ve değerleri tüketen, insanlığı et-kemikten ibaret vücuda indirgenmiş insanlardan müteşekkil şehirlere…
Beton, demir ve çelik…fabrika bacaları, araba egzostları, duman ve hava kirliliği…tarım ilaçları, daha çok ürün ve kanser vakaları…toprakla ilişiği kesilmiş, gökdelenlere tırmanmış ve rezidanslara hapsolmuş insancıklar…alafranga marazlar ile asrîleştiğini zannederek dağılıp saçılanlar…sanayi devrimi sonrası insanî değerlerden uzaklaşmış, insanlığını hatırlamaya vakit bulamamış, sürekli koşturan şehir halkı…sonuçta anne babayı dosdoğru göremeden kreş kültürü ile büyüyen çocuklar…huzurevi(!)nde son demlerini yaşamaya mecbur bırakılmış yaşlılar !
Ruhsuz şehirlerin kabristandan farkı var mı sizce, ne dersiniz !?
Kadim eski ile muvakkat yeniyi değiştirmeli miyiz ?
Eski(!) değerleri terk etmeli miyiz ?
Ne dersiniz ?
Yahyâ Kemâl Beyatlı’ya kulak verelim, kadim olandan anlamayan bir şey anlamaz bizden, diyor “Eski Mûsıkî” şiirinde üstâd:
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden
Açar altın bir anahtarla rûh ufuklarını
Hemen yayılmaya başlar sadâ ve nûr akını
Ve seslenir büyük Itrî semâyı örten rûh
Peşinde dalgalanır bestesiyle Seyyid Nûh
En mutlu devrede Itrî’ye en yakın bir dost
Işıklı dantelalar bestekârı Hâfız Post
Bu neslin ortada dâhîcedir başardığı iş
Vatan nasıl karışır mûsıkîyle göstermiş
Bu yaz kemençeyi bir dinledinse Kanlıca’da
Baharda bir gece tanbûru dinle Çamlıca’da
Bu sazların duyulur her telinde sâde vatan
Sihirli rüzgâr eser dâimâ bu toprakdan
Evet bu eski nesil bir şerefli âlem açar
Duyuşda ince zamanlardan inkırâza kadar
Yüz elli yıl sıra dağlar birer birer yücelir
Ve âkıbet Dede’nin anlı şanlı devri gelir
Bu mûsıkîyi o son kudretiyle parlatdı
Ölünce ülkede bir muhteşem güneş batdı