Kasvetli taş binanın loş bir odasında, göğe değecekmişçesine dikleşen çam ağaçlarına başını çevirmiş, tüberküloz basilinin oyarak nerdeyse derin bir kuyuya çevirdiği akciğerlerinden, birikmiş balgamı çıkarmaya çalışıyordu Munise Hanım.
Öksürük nöbetlerinin sonunda mendiline tükürdüğü balgam kana bulanıyordu. Yer yer de sarı yeşil bir renk. Penceresi açık oda, daha önce duyumsamadığı, belki de bu dünyaya ait olmayan, ağır bir kokuyla doluyordu. Ağzından burnundan oluk oluk kan gelmeye başladığında, artık basilin damarı kemirmeye yeltendiğini ve bu pembemsi kanın peş peşe gelen nöbetler eşliğinde kendini boğacağını, ecel diye adlandırılan kaçınılmaz yazgıya doğru bir yolculuğa çıkacağını biliyordu. Beklenen sona hazırlamıştı kendini herkes gibi fakat herkesten önce. Peki ya ölüme bir Ali Cengiz oyunu çekip, onu ve yandaşlarını aldatabilir miydi? İşte bu çetin sualin makul bir cevabını sadece kendisi değil ne yazık ki hiçbir ölümlü bilmiyor, dahası tüm gayretlere rağmen tatmin edici bir karşılık bulamıyorlardı.
Evlendiği günü anımsadığında gözleri doldu. Kuğular gibiydi beyaz gelinliğiyle. Çizgili lacivert takım elbisesiyle ya ince uzun kocası? Esmer güzeli eşini hayelledi uzun uzun. Okul çıkışı buluştuklarında dünyalar onun olurdu. Bazen sinemaya giderlerdi bazen parka. Ne kadar da çok severlerdi birbirlerini. İlk öpücüğün tuzunu garip bir oluşla duyumsadı. Bu hissedişle dilini dudaklarının üstünde kaydırdı. Aynı tadı almadı belki ama yine de gülümsedi. Ki ne zamandan beridir gülmemişti. Kaçamak bir tebessüm ömrünü uzatır mıydı acaba? Ne yazık ki evet diyemedi. Gülden’i kucağına aldığı gün, göçmen bir kuş misali konup, hiç duraksamadan havalandı hatıralarından. Bu hayalin ardından baktı,elini uzattı puslu bakışlarının ardındakine dokunabilmek için, dokunamadı, yarı baygın bakakaldı. Peşi sıra, Ayşe, Fikret ve Münevver’in boynu bükük gölgeleri dikildi karşısına. İradesiyle bu feci duygudan uzaklaşmayı denedi. Gözlerini yumdu, başını öne eğdi, unutuşun memesinden yeni doğmuş bir çocuk iştahıyla emdi. Rahatlamıştı sanki. Tam iç huzura eriyordu ki anneleri olmadan ne yapacaklar diye bir vesvese çöreklendi yüreğine. Bir başlarına ne yapacaklar söylesene diye diretti bir hayalet gibi karşısına dikilip. Ruhunu delik deşik eden bu hafakanı Allah kerim diyerek bastırmaya çalıştı. Fakat başaramadı. Başaramazdı. Usulca ağladı.
Çocuklar geliyor diye seslendi koridordan, hasta bakıcı Aysel Hanım.
Basili çocuklara bulaştırırım diye korktuğundan yüzünü dönmedi Munise Hanım.
Odaya sırayla girdi çocuklar ve tembihlendiği üzere annelerinin sırtını öpüp kapıya doğru çekildiler. Munise Hanım ekşimiş balgam kokan nefesiyle sırayla öğütledi pencereden gölgelerini seyrettiği çocuklarını. Son sözü babanız ve Aysel ablanızı üzmeyin oldu.
Aysel ablamızı mı diye şaşırdı çocuklar.
Çocuklar odadan çıktıktan sonra kocası girdi içeri. Yatağın ucuna oturdu. Konuşmak istemiyordu. Ne söyleyecekti ki. Her şey üst üste gelmişti. Karısının öksürük nöbetleri başladığında çocuk yaşta annesini kendinden koparan verem hastalığından şüphelenmiş ve bir müddet sonra içini kemiren bu vesvese ne yazık ki hakikate dönüşmüştü. Elindeki röntgen filmine bakan mütehassıs kendinden emin bir edayla bu tüberküloz diyerek içindeki o şüpheyi teyit etmiş ve şöyle bitirmişti hastane önü incir ağacı makamlı sözünü: Çok geç kalmışsınız. Otuz yaş gibi erken gelen bir hastalıkta nasıl olur da geç kalabilirlerdi ki. Ama doktor geç kalmışsınız demişti ve inşallah ilaçlara direnç göstermez diye de eklemişti. Henüz bir acıyı kabullenmeden bir başka acı çöreklenmişti yüreğine. Yenilmişti. Şimdi de aynı ruh halinde, aynı tükenmişlikteydi. Bildiği bütün kelimeleri unutmuştu. Bir şeyler öğrenmek isteyen çocuk edasıyla odanın duvarlarında gezdiriyordu gözlerini. İstediği hep bu durağanlıkta kalmak, ne kendisi ne de eşinin konuşmaya başlamasıydı. Çünkü biri konuşmaya başladığında ki bunun kim olacağı hiç fark etmez, bütün her şey bitecek, beklenen son gelecekti. Fakat istediği gibi olmadı. Munise Hanım, Aysel Hanımla konuştum diye söze başladığında oturduğu yatakta tir tir titredi. Ben öldükten sonra seninle evlenmeyi kabul etti diye söylediğinde bir mahkûm gibi başını öne eğdi ve ağlamaklı sesiyle Munise ne diyorsun diyebildi. Lütfen itiraz etme dedi Munise Hanım. Bu zavallı sabilere kim bakacak. Üvey de olsa bir anneleri olmazsa rezil rusvay olurlar. Haklısın manasında başını salladı Hikmet Bey ve boğazına çöreklenmiş acısını yutkunarak sustu.
O akşam öksürük bir türlü dinmek bilmedi ve sadece akciğer oyuklarını dolduran balgam değil, hatıralar, acılar, sevinçler, hulasa yaşamı somutlaştıran ne varsa, doldu boşaldı ağzından. En son hortumdan akarcasına bir kan zeminin sararmış mermerlerini kırmızıya boyadı. Yalnızca bir otuz yaş tecrübesiyle hastane odasının duvarlarına göz gezdirdi Munise Hanım. Sırasıyla çocuklarını düşündü. Sonra babalarını. Kırmızıya boyanmış mermere bir ebru sanatkârının zarafetiyle akıttı gözyaşlarını. Zeminde belirginleşen çocuklarının resmini baygın bakışlarıyla seçtiğinde görevini hakkıyla yapmanın huzuruyla ıslak gözlerini bir daha açılmamak üzere kenetledi birbirine. Ve artık o sinsi basilin bir tarla faresi gibi akciğerlerini kemiremeyeceği ve ölümün hiçbir ölümlüyü öldüremeyeceği yere doğru son yolculuğuna çıktı.
Yazan: Ahmet Cemal Çobandede
Kaynak: https://www.insanbu.com/Oyku-Haberleri/699-hastane-onu-incir-agaci.