Yesi’deki kutsal aşkın mayası
Malazgirt’te Alparslan’ın rüyâsı
Söğüt’teki has kilimin boyası
Bu güzel ülküdür gönül verdiğim
Abdurrahim KARAKOÇ
Evet merhum Abdurrahim Karakoç üstâd bir aşk, bir rüya ve bir boya metaforu üzerinden gönül verdiği ülküsünü ne de güzel serd etmiş…
O aşk ki Arslan Baba’nın Kâinatın Sevgilisinden, âlemlere rahmet Habib-i Kibriyâ’nın emâneti ile intikal eyledi Yesi’ye… Hikâyenin farklı versiyonları da olsa biri şöyle:
Bazı kaynaklar ismini Baba Arslan, Arslan Baba veya Arap Arslan Baba şeklinde kaydetmektedir. Yesevî menkıbelerine göre siyah ırktan olan Arslan Baba ashabın büyüklerinden olup dört yüz veya yedi yüz yıl yaşamıştır. İki ayrı rivayete göre, sahâbîler bir gazâ sırasında veya Arslan Baba’nın evindeki bir toplantıda acıkırlar. Bu arada Hz. Peygamber’in duasıyla Cibrîl cennetten bir tabak hurma getirir. Hurmalardan biri yere düşünce Cibrîl o hurmanın ileride doğacak Ahmed Yesevî’nin kısmeti olduğunu söyler. O zaman Hz. Peygamber ashabına, “Bu hurmayı Yesevî’ye kim ulaştıracak?” diye sorar. Göreve Arslan Baba talip olur ve Hz. Peygamber hurmayı onun ağzına koyar. Arslan Baba nice yüzyıl sonra Türkistan’ın Sayram şehrinde henüz yetim kalan yedi yaşındaki Ahmed Yesevî’yi bulup emaneti ona teslim eder. (1)
Fethetmek sadece topraklar üzerinde hakimiyet kurmak değildir, orada mukim olanların gönülden bağlılıkları, insanlık kalitesi, adalet anlayışı ile de beslenmelidir fetih. Kültür ve irfan mayası ile mayalanmadan ise bu sağlanamaz.
İşte bu yaklaşımın altında Hoca Ahmet Yesevî’nin yetiştirdiği Horasan Erleri, Alperenler Anadolu’ya, Balkanlar’a üç kıtaya saçılırlar, “insan”lık mayası çalmak içün…yanlarında merkep yüklü kitapları yoktur onların dönüp bakmaya, öğrenip de hazmettikleri irfâna sahip kendileri vardı sadece ki, hem de ne “rol model“diler…
Evet Sultan Alparslan’ın rüyâsı “bir yuvamız olsun“dur ki, “Size öyle bir vatan aldım ki ebediyen sizin olacaktır!“ sözleri ile de bu yuvayı mühürlemiştir…
Asırlar sonra Gazi Mustafa Kemâl Atatürk’ün rüyâsına girer Sultan Alparslan, işte bu husustaki nakil şöyle:
“Atatürk’e uzun yıllar hizmet eden emir eri Hasan Naili Ünal’ın paylaştığı anısına göre Atatürk, Büyük Taarruz öncesi Sultan Alparslan’ı rüyasında gördü. Alparslan, “Taarruz’u 26’sında başlat, biz de sizinle birlikte olacağız” dedi.”
O büyük kumandanın, sultanın yönetim anlayışına dair bir anekdot ise şöyle:
“Bir gün birkaç insan Sultan Alparslan’a Nizâmü’l Mülk hakkında birçok şikâyet getirmiştir. Sultan namaz kıldığı için mektup yanına konmuştur. Sultan namazını bitirip mektubu okuyup, Nizâmü’l Mülk’ü çağırtmıştır. Kendisine:
“-Bu mektubu al yazılanlar doğru ise ahlâkını güzelleştir, değil ise iftira edenleri bağışla, fakat onlara öyle işler ver ki insanları kandırmaya vakit bulamasınlar.”
Söğüt; anadoludan üç kıtaya ‘Alp’lerin ‘Eren’lerin Yesi’den aldıkları meşale ve mefküreyi taşımak üzere kavilleştikleri bir nüve belde… Muhteşemliği, asaleti ve tevazuyu motifleriyle kilimlerine işlemiş, mistik ve ince ruhların sahipleri ile ebedileşmiş yiğit, mert ve abide insanlar yurdu, Söğüt…
Evet ülkü bu, mefküre, azîm…hedef “insan”, ahlâk”lı insan…fedâkar, diger-kâm, şahsi menfaatlerini terkiye atmış insan… adil olmak, insana ve yaratılmışlara sevgi ve hürmet ile bakmak ve bunları yaşamak, yaşatmak esas gâye…! “İnsanı yaşat ki Devlet yaşasın ise temel ilke !”
Bu kıvam ise ancak ve ancak irfân sahibi olmak ile, medenî olmakla, Kâmil insan, Kemâl sahibi insan olmakla mümkündür ki, o da “Hoş gör“meyi, “Hoşça bak”mayı gerektirir.
Osmanlı döneminde evlerin duvarlarına asılı levhâda “Hoş gör” yazılı imiş, bir akademisyen üstâdın sohbetinden duymuştum. Ve diyordu ki:
Dikkat edelim, “Hoşu gör” demiyor “Hoş gör” diyor !
Evet hoş görelim, Hoş’u değil !
“Hoşa bakmak” değil “Hoşça bakmaya” dair de Şeyh Galib’e kulak verirsek, derki:
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”
Şeyh Gâlib
Bugünkü Türkçe’miz ile derki: Kendine dikkatlice bir bak; sen âlemin özüsün. Sen varlıkların gözbebeği olan insansın.
Şeyh Galip, bir Divan şairi mütefekkir. Mevlana’nın Mesnevi’ni çok okuduğunu ve ondan etkilendiğini kendisi de bizzat ifâde eder….
Şiirinin tamamı ise şöyle:
Ey dil ey dil niye bu rütbede pür gâmsın sen
Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-fermâ-yi melek zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akvâmsın sen
Rûhsun nefha-i Cibril ile tev’emsin sen
Sırr-ı Hak’sın mesel-i İsi-i Meryem’sin sen
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Merteben ayn-ı müsemmâdadır esmâ sanma
Merciin Hâlik-i eşyâdadır eşyâ sanma
Gördüğün emr-i muhakkakları rü’yâ sanma
Başkasın kendini sûretle heyûla sanma
Keşf ile sâbit olan mâ’niyi dâ’vâ sanma
Hakkına söylenen evsâfı müdârâ sanma
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
İnleyip sırrını fâşeyleme ağyâra sakın
Düşme bilmezlik ile varta-i inkâra sakın
Değmesin âhların kâkül-i dildâra sakın
Sonra Mansûr gibi çıkman olur dâra sakın
Arz-ı acz etmeyesin yâreden ol yâra sakın
Bulduğun cevher-i âlîleri bîçâre sakın
Evet işte Yes’iden anadoluya ve üç kıtaya intikâl eden “insan”lık nûru ebedi yurtluk rüyâsının gerçekleşmesi ile bin yıldır coğrafyamızda devam etmektedir... Devletimizin temadisi, Milletimizin Bekâsı niyâzı ile; bu toprakları bize yurtluk olarak bırakan Hoca Ahmet Yesevi’den Alperenlerine ve Horasan Erlerine, Sultan Alparslan, Gazi Mustafa Kemâl ve şanlı ordularına medyun-i şükrânız, Allah hepsinden, şehit ve gazilerimizden razı olsun, 26 ağustos 1071 Malazgirt zaferi ve 30 ağustos 1922 Büyük Taarruz Zaferi kutlu olsun…